Felsefe ve bilim geleneğinin zayıf olduğu toplumlarda safsatalar, bilimle ilintili dedikodular ve komplo teorileri bireylerin düşüncelerini manipüle etmeye başlar. Bilim, uzun ve zahmetli bir süreçtir çünkü yıllarca gözlem yapmak, veri toplamak, ampirik deneyler gerçekleştirmek, analiz yapmak ve sonunda literatürde yer almayan yeni bilgi ve bulgular üretmek gerektirir. Bu uzun çabaların sonuçlarını, alanda hakiki olarak uzmanlaşmış meslektaşlarınız değerlendirir; konudan çok uzak olan halk yığınları değil. Bahtsız bir biçimde bu süreçleri başaramayan pek çok proje bulunmaktadır. Dolayısıyla, “işkembeden sallamak” elbette daha kolaydır. Eğer karşınızda çürütülemez bir halk yoksa, kim durabilir ki önünüzde. Gazeteciliğinizi “boğazınızı çalkalayın virüsleri öldürürsünüz” gibi sorgulanmaya açık söylemlere kadar götürebilirsiniz. İfade biçimleriniz ne kadar sansasyonel ve akla aykırıysa o kadar ilgi çeker, izlenme rekorları kırar ve sahnedeki ücretiniz artar.
Türkiye’de bu tür yapıların giderek artış gösterdiği bir durumla karşı karşıyayız. Bazı kişiler bilimsel bir geçmişe sahip olmadan “profesör” unvanı ile anılmaktadır. Bilimle hiçbir bağı olmayan bu kişilere akademisyen demek bile güçtür. Onurlu bir akademisyenin yeri üniversiteler, kütüphaneler, arşivler ve laboratuvarlardır. Gerekli olduğu durumlarda, ana akım medyada toplumu aydınlatma görevini üstlenebilirler ancak bu süreç “full-time” bir şov olmamalıdır. Neden bilmiyorum ancak ülkemizde akademisyenlerin çoğu ünlü olmanın peşinde koşmakta. Yüksek lisans ve doktorasını yurt dışında yapan biri olarak, Amerika ya da Avrupa’da böyle bir manzarayla karşılaşmadım. Herkes yerini, misyonunu ve sınırlarını bilir. Elbette bazıları yaşamlarının ilerleyen aşamalarında bilimsel çalışmalardan uzaklaşıp bilime dayanmayan dedikodular yapma yolunu seçebilirler. Akademiden ayrılıp televizyonlarda boy göstermek tamamen kendi haklarıdır. Ancak, akademinin sunduğu unvanların ve akademik sürekliliğin göz ardı edilmesi kabul edilemez. Çünkü sıradan bir birey, isminizin önündeki unvana bakarak her söylediğinize değer verir. Bu durum bazı kişilerin toplum sağlığını tehdit edecek boyutlara ulaşmasına sebep oluyor. Çoğu, toplumun akıl sağlığıyla oynuyor. Kamusal alanda yer alan televizyon programları, kimsenin düşünce paylaşımına dair bir platform haline dönüşmemelidir.
Uzmanlık alanlarına saygı göstermek zorundayız. Aydın ve entelektüel olabiliriz ama her konuyu alanının uzmanı kadar bilemeyiz. Otorite edasıyla, kimseye söz vermeden her mevzuyu domine etmek son derece yanıltıcıdır. Türkiye’deki akademisyenlerin, şöhret ve ekran fetihleri için her konuda tartışmalara girmeyi artık bırakmaları gerekir. Halil İnalcık gibi hocaların hocası bir akademisyeni en son ne zaman böyle görmüştünüz? Tüm bunları, güncel olarak iki akademisyenin canlı yayında birbirine girmesinden ötürü yazma gereği hissettim. Bu durumun yalnızca akademisyenlere özgü bir mesele olduğunu söylemek yanıltıcıdır. Ülkemizde erken kalkan, bir konuda uzmanlık kazanmış sayılmaktadır. İnovasyon ile ilgili herhangi bir fikre sahip olmayan arkadaşlar, rahatlıkla moderatörlük yapabiliyor mesela. Konunun teknik bilgisi yok sayılmakta. Amaç yalnızca “muhabbet etmek”. Olay birkaç bin takipçi, bir mikrofon ve sahneye odaklanır. Sahneye çıkanların motivasyonunu sorgulamak da gerekmektedir.
Gazetecilere büyük sorumluluklar düşüyor. Her konuda aynı isimleri çağırıp işin kolayına kaçmak oldukça yaygın bir durum. Türkiye’nin yetiştirdiği çok değerli bireyler mevcut. Alternatif isimlerle program zenginliğini artırmak yerine, belirli figürlerle sürekli yayından yayın yapmak, en az bu isimler kadar topluma zarar veriyor. Maalesef, ülkemizde uzman gazeteci sayısı oldukça az. Çoğu, bilim, felsefe ve akademik konulara dair oldukça uzak “sunucular” olarak öne çıkıyor. Yurt dışında olduğu gibi kendi alanında yetkin, moderasyon yeteneği yüksek ve soru sorma becerisi kuvvetli gazetecilere ihtiyacımız var. Sonuç olarak, yurdumdaki genel manzara işte bu şekildedir…